Bazı psikiyatrların tanımladığına göre hayatta karşılaştığımız en büyük çelişki veyahut mücadelelerden biri; ölüm kavramıyla yüzleşmek. Yani ölümün, sonun, varlığını bilerek yine de hiç olmayacakmış gibi yaşayabiliyor olmak. Sahiden ilginç değil mi? Öleceğini belki de şurada birkaç dakika sonra o endişelendiğin her şeyin beyhude bir endişe ya da asla gerçekleşemeyecek bir hayal olarak kalabileceğini bile bile yaşamak. Yine de plan yapmak, hayal etmek, endişelenmek… Bu gerçeğe rağmen bir hayat inşa edebilmek aslında kendi başına çok büyük bir başarıymış gibi geliyor bana. Ölümün, yaşamın sonluluğu bizi çıldırtmadan. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayıp, yetmişinde bile zeytin fidanı dikecek kadar hayatı sevip yaşayabilmek. Yani Nazım’ın da dediği gibi: “Acaba başarabilecek miyim, doğru mu yapıyorum?” diye kendimi endişeden yiyip bitirmeye başladığımda, hep şunu hatırlatmaya çalışıyorum kendime: Son daha gelmedi, yaşadığın sürece umut var!
Şu anda “22 yaşında birinin hayatta ne gibi -büyük- bir korkusu var, onun bildiği de hayat mı?” diye soranlar, burun kıvıranlar vardır elbet. Ben de onlara: “Herkesin kendi dünyasındaki dert ona en büyükmüş gibi gelir.” diyebilirdim pek de şık olmayan bir şekilde. Ama onun yerine, anlatmak istiyorum. Neden sonun varlığını kabullenmeye ihtiyaç duyduğumu ve böylelikle yaşama dair endişelerimi azaltmaya, dindirmeye çalıştığımı.
22 yaş bir zamanlar hayata atılınmış olan, eli ekmek tutanların, aile kuran gençliğin yaşıymış. Fakat günümüzde ben gibi birçok genç için üniversite üçüncü ya da dördüncü sınıfta hayattaki yerimizi belirlemeye çalıştığımız bir yaş. Hayata nereden, nasıl başlayacağını bulup çözmeye çalıştığımız bu dönemler kuşağımızın ‘yarış atı’ kimliğinin en çok zirveye çıktığı zamanlar da olabilir aslında. Sonuçta bu kuşak en çok borçla doğan, artan nüfusla da birlikte limitli istihdam imkanları yüzünden doğan korkuyla ailelerin “yarışa ne kadar erken başlarsa o kadar avantajlı” diyerek -kötü niyetten değil tabi, her ebeveyn boynuzun kulağı geçmesi için elinden geleni yapıyor- benim durumumda daha 9 yaşında özel ders, dershane sınavları vs. denilerek bir o kadar daha borçlanarak, harcayarak hayatta ‘iyi bir yere gelmek’ için uğraşan bir kuşak. O ‘iyi bir yer için’ en şanslılar 2, diğer sistem deneme mağdurları 9-10 tane merkezi sınavla bir üniversiteye girdikten sonra dahi yarış bitmedi. İyi bir liseye girdikten sonra bitmediği gibi, iyi bir üniversiteye girsen dahi bitmeyen bu yarışın hiç bitmeyeceğini de kabulleniyorsunuz zaten eninde sonunda.
O ‘iyi bir yer için’ yıllarca süren bütün emekler boşa gitmesin diye üniversiteden sonra hemen iş bulabilmek için -o da en iyi ihtimalle asgari ücretin biraz üstünde maaş alabilmek- yarış hala devam ediyor tabi kii. İngilizcen çok iyi diyelim, ikinci dil hatta üç dil olsa süper olur! Şöyle birkaç staj tecrübesi lazım; tercihen 2 yıl deneyimli sayılacak kadar olsa mesela. Bilgisayar yeteneğin için de Microsoft Office yetmez, kodlama da bil. Bir de yurtdışı deneyimi hatta stajı falan… Ohoo, daha yarışılacak çok alan var. Tüm bunların içinde bir de ne yapmaktan zevk aldığını keşfetmen lazım. Yani kendini dinlemen, anlaman lazım asıl en önemlisi bu da gerçekten.
Ben etrafımdaki tüm yaşıtlarımın hatta kardeşimin dahi bu endişeler, beklentileri karşılama baskısının altında ezildiğini hatta çaresiz, başarısız ya da değersiz hissettiğini ilk önce kendimden biliyorum. ‘Yaşadım diyebilmek için’ yaşayabiliyor muyuz, işte ben en çok bu sorudan korkuyorum. O zamanlar sonu hatırlamak gerekiyor çünkü, bu bitiş çizgisi yok sanıp da koştuğumuz yarışın bir sonu var kaçınılmaz olarak ve o sonda ‘Yaşadım!’ diyebilmek için şimdiden ‘yaşıyorum’ diyebilmek gerekiyor. Şimdi yaşayabilmek içinse ‘başarısızlık’ ihtimaline, yarışta geri kalma ihtimaline rağmen yaşamayı göze alabilenler için mümkün.