Neydi asıl aradığımız? Mutluluk mu? Yaptığımız her şey, o bütün kolaylıklar mutluluğa ve kendimize daha fazla zaman ayırmak; kendimizi keşfetmek içindi. Peki işe yaradı mı?
Homo Sapiens’e baktım da bizden daha mutlu görünüyor gibiydi. Geliştik, evet. Yalnız kalmamak için önce mahalleler kurduk, şehirler inşa ettik, daha da büyüttük olayı gökdelenler yaptık. Peki artık daha az mı yalnızız? Bilmem, mesela pencereden dışarı baktığınızda kaç tane insan görebiliyorsunuz? Ya da kaç şirket pencerenizden bakınca karşı komşunuzun ne yemek yaptığını görmeyi vadediyor? Galiba çoğu deniz manzarası, yalnız yaşayacağınız kocaman evler, günün hiçbir saatinde içinden çıkmayacağınız havuzlar vadediyor!
Bu kocaman uygarlıkta ne kadar mutlusunuz hiç düşündünüz mü? Daha doğru bir soru sormak istiyorum: Bunu düşünecek kadar vakte sahip misiniz? İşte bütün mesele de burada başlıyor. Zamanla sürekli yarışıyorsunuz, zamandan ayrışıyorsunuz. Bence zaman, onunla sürekli yarışmanız gereken bir varlık değil. Aslında o daha çok onunla uyumlu olmamız gereken bir varlık. Bahsettiğim şey modern toplumdaki zamanda kayboluş değil. Bahsettiğim denge; zamanın hiç farkına varamazken ona yetişememek ile sürekli geçmesini beklemek arasında bir yerlerde. Zamanla bütünleşip birlikte akmak gibi. Eğer zamanla uyum içerisinde olursak yaşamın dansına başlayabiliriz. Bence kendin olmak ve mutluluğa ulaşmak da bu tarz bir süreç. Kendin olmak da toplum içinde kaybolmak ile benliğinde yalnız kalmak arasında bir yerlerde aranması gereken bir denge. Eğer gerçek ihtiyacımız bolca yalnızlık olsaydı, birlikte yaşamaya bu kadar eğilimli olmazdık veya ihtiyacımız olan, benliğimizi terk edip tek bir bütün olmak olsaydı kişisel sınırlarımızı korumaya eğilimli olmazdık. Kendin olmak işte burada bir şeyleri tamamen terk etmeden onların varlığını kabul etmekle başlar. Birlikte olmalıyız, birlikte yaşamalıyız. Birbirimizin deneyimlerine, bilgilerine çok ihtiyacımız var. Duygularımızın üzerimizdeki inanılmaz yoğunluğunu azaltmaya, onları paylaşmaya ihtiyacımız var bunu kabul etmeliyiz. Ama bir o kadar bize ait olan şeylere de ihtiyacımız var. Duygularımıza, düşüncelerimize, bize ait öze olan her şeye o bütün sınırlara ihtiyacımız var. Bütün bunların farkında olmak, bize bizi nasıl bulacağımız konusundaki ilk adımı atmanın kolaylığını sağlayacak. Kendini bulmak anlatılan kadar güzel ve kolay bir yol değil belki, sonunda da öyle ulvi bir şeyler de olmayabilir. Bütün bunlar bizi bundan kaçmaya sürükler, ki bu çok doğal.
‘’İnsanın ilkel zamanından şimdiye kadar en temel davranış biçimi acıdan kaçınmak, hazza yönelmek.’’ demiş 1800‘lerde bir zihin[i]. Ben de bugün, 21. Yüzyılda diyorum ki gerçek mutluluğa ulaşmanın en iyi yolu gerçek acıyı yaşamaktır. Kaçmayın kendinizden. Yüzleşmek zor olsa da denemelisiniz, kendinize sormalısınız bütün bunları. Bir başkasının sormasını beklemeyin. Çünkü ne ben ne de bir başkası -buna tanrı da dahil- size doğru cevabı veremez. Çünkü insan kendine en doğru cevabı ancak kendi verebilir. Senin dışındaki herkes ancak seni yargılar, anlayamaz veya sana yardım edemez. Etse de bu senin elbisendeki kendi dikişin olamaz, ancak bir yama olabilir. Elbette terzi kendi söküğünü dikebilir.
ICH: Sigmund Freud kişiliği açıklarken kullandığı topografik kişilik modelinde kişinin içinde yaşadığı toplumsal normlar (über-ıch, süper ego) ile doğuştan gelen içsel dürtüleri (es, id) arasında kişiyi yaşama adapte eden bir denge mekanizmasıdır.
[i] Sigmund Freud